Yolsuzluk iddiasıyla yürütülen soruşturma kapsamında tutuklanan ve geçtiğimiz günlerde ilk kez hâkim karşısına çıkan eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in kızı ve avukatı Defne Soyer, “Bu dava bir hukuk davasıyken, Danıştay kararıyla da hukukî ihtilaf niteliğinde olduğu belirtilmişken ceza davası olarak görülmektedir” diyerek, “Nitelikli dolandırıcılık suçlaması yapılmaktaysa da suçun hiçbir unsuru oluşmamış, suçun unsurlarına dair hiçbir delil iddianamede bulunmamaktadır. Hatta iddianamede açıkça kişisel menfaat elde edilmediği tespiti yapılmıştır” ifadelerini kullandı.
Kamuoyunda “kooperatif davası” olarak bilinen, İzmir Büyükşehir Belediyesi iştirâki İZBETON A.Ş.’de taşeron şirketler eliyle yolsuzluk yapıldığı iddiası üzerine başlatılan soruşturma kapsamında tutuklanan ve İzmir Büyükşehir Belediyesi önceki dönem Başkanı Tunç Soyer, CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu ile İZBETON eski Genel Müdürü Heval Savaş Kaya’nın da aralarında olduğu 11’i tutuklu toplam 65 sanığın yargılandığı davanın ilk duruşması 19 Eylül Cuma günü yapıldı. Toplam 11 tutuklu sanığın ifadelerinin alındığı ilk duruşma, UYAP sistemindeki güncelleme nedeniyle erken sonlandırıldı. Oturumda, tutuksuz sanıklar ve sanık avukatlarının savunmaları alınmadı.
Eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ile CHP İl Başkanı Arslanoğlu ‘yolsuzluk’ iddiasıyla hâkim karşısına çıktı
Yolsuzluk davasında yargılanan eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in kızı ve avukatı Defne Soyer, davayla ilgili olarak Türkiye gazetesi yazarı Cem Küçük’e bir mektup gönderdi. Küçük’ün aktardığına göre; Defne Soyer, mektubunda şunları kaydetti:
“Bu dava bir hukuk davasıyken, Danıştay kararıyla da hukukî ihtilaf niteliğinde olduğu belirtilmişken ceza davası olarak görülmektedir.
Nitelikli dolandırıcılık suçlaması yapılmaktaysa da suçun hiçbir unsuru oluşmamış, suçun unsurlarına dair hiçbir delil iddianamede bulunmamaktadır.
Hatta iddianamede açıkça kişisel menfaat elde edilmediği tespiti yapılmıştır.
Dolandırıcılık suçunun oluşması için gerekli unsurlarda hile ve desise ile kişileri kandırma kastıyla hareket edilmesi gerekirken, mevcut durumda kentsel dönüşümde kooperatifçilik modelinin uygulanmasındaki tek kasıt 10 yılı aşkın süredir evlerini bekleyen hak sahiplerinin evlerine yerleşmesi, İzmirlilerin güvenli konutlarda yaşamaları, deprem dirençli bir kent oluşturmaktadır. Zaten farklı bir kasıt olduğuna dair hiçbir delil yoktur.
Türkiye bir deprem ülkesidir ve hükûmet, belediye, STK’lar, meslek odaları ve vatandaşlar ortaklaşmalıdır. En temel hak olan yaşam hakkını da kapsayan ‘çatı hak’ olarak tanımlanan barınma hakkını sağlamak için bu gibi yenilikçi ve hukuka uygun çözümler geliştirilmelidir. Örneğin sadece İzmir’de mevzuata göre depreme dayanıksız kabul edilen 670.000 bina varken TOKİ’nin yaptığı 5 bin konut yeterli değildir.
Davada tartışılan 3 konu kooperatiflerle yapılan sözleşmeler, yönetim kurulu kararıyla imzaların sonradan tamamlanmış olması ve kamu zararıdır.
– Oysaki imzaların sonradan tamamlanması Sayıştay’ın tavsiyesine iyi niyetle uyulması sebebiyledir, o dönem de bir hukuksuzluk tespit edilmemiştir.
– Kooperatiflerle yapılan sözleşmeler de hukuki görüşlerden anlaşılacağı üzere hukuka uygundur. Yapı kooperatifçiliği tüm dünyada ve Türkiye’de uygulanan bir modeldir. Bu modelin şeffaflığı ve güvenilirliği 3 farklı mevzuata tabi yapının bir arada olmasından da gelmektedir. Büyükşehir Belediyesi, Belediye şirketi ve kooperatifler her biri ayrı kanunlarla sıkıca denetlenmektedirler.
– İddianamede inşaatlardaki gecikmeler nedeniyle kira yardımı yapılmasının kamu zararı oluşturduğu söylenmektedir. Ancak bu alanlarda hak sahipleriyle uzlaşmalar 10 yıl önce başlamıştır dolayısıyla kooperatifleşme olmasaydı daha büyük kamu zararı ortaya çıkacaktı. Kaldı ki belediyeler sosyal yardım yapabilirler ve bu kamu yararınadır.
Sonuç olarak dolandırıcılık ile bağdaşmayacak birçok tartışma ile suç oluşturmaya çalışılmakta, tutukluluk bir ceza olarak kullanılmaktadır.”